Yaralı Ceylanlar

YARALI CEYLANLAR KULÜBÜ üzerine bir SÖYLEŞİ:

Dergâhları “yaralı ceylanlar kulübü” diye adlandırmanız, tasavvufa çok özgün bir bakış açısı, bence… Şimdi gelin şu ceylan motifini açalım, birlikte.

Demek “geyik muhabbeti” yapacağız şimdi… (Gülüşmeler) 

Haydi, öyle olsun, diyelim.

Aslında aziz kardeşim, şaka bir yana aksine üzücüdür! Geyik, kültürümüzde sihirli bir hayvandır; muhabbet ise ilâhî aşk ile örülü söyleşidir. Oysa, ne yazık ki şimdi bu iki duygu yüklü kelimeyi birleştirip saçma sapan konuşmaları tanımlamak için kullanıyorlar. İçini boşaltıp, değersizleştiriyoruz, kavramları.

Ama, yüzyılın, XXI. yüzyılın hastalığı bu! Değerleri değersizleştirmek…

Aynen! Geleneği yok eden, tüketen bir alışkanlığımız doğdu. Hatta, alışkanlığın ötesinde. Eğilim, âdeta hırs!

Tam aksine, bizim milletimizin ta kadim günlerine dayanan bir “geyik kültü” vardı. Geyik bizim dostumuz, arkadaşımızdı.

Evet, Yaralı Ceylanlar Kulübü kitabımın kapağına bak. Benim Twitter’daki profilimde de aynı minyatür var; bir delikanlı ile ceylan. Görüşüyorlar. Efsaneye göre o kişi Kerem’dir. Aslı’nın Keremi. Ceylan’a aşk yarasını anlatıyor. Bu sevdayı o ceylandan başkası anlamaz diye herhalde. 

İlginç… Evet, o ceylan figürüne dönelim. Aslında dilimizde ceylanla ilgili ne kadar çok kelimemiz var: Geyik, ahu, gazal, antilop gibi…

Bilebildiğim kadarıyla Anadolumuzda üç türlü yerli geyik varmış. Kızıl renkli olana maral deniyor. Diğerleri karaca ve alageyik. Erkek alageyik’in adı antilop, dişisi karaca, yavrusu da ceylan olarak adlandırılırmış.

Bu bile geyiğin kültürümüzdeki önemli konumunu perçinlemiyor mu?

Türk mitolojisinde geyik başlı başına bir araştırma konusudur. Ona temas edeceğiz ama sanıyorum, diğer uygarlıklarda da geyik mitosunu görmek mümkün.

Doğrudur; Çin’den İskandinavya’ya geyik, masalların başkahramanıdır. Nasıl olmasın ki! Geyik; estetik bir yapıya sahiptir. Güzeldir, büyüleyici bakışları vardır. Hassastır, alıngandır, ürkektir. Doğanın nazenin sakinidir, o.

Fakat zaman içinde bu mistik yaratık, Noel Baba’nın hediye katarına bağlanarak, Tüketim Toplumu’nun alışveriş çılgınlığına alet edilmekte. (Gülüşmeler) Şimdiki nesiller, geyik deyince Noel Baba’yı hatırlıyorlar!..

 Geyik de dünyevîleştirildi, sonunda. Sihrini yitirdi, desenize!..

Maalesef.

 Geçmişe dönelim. Diğer uygarlıkları bir yana bırakıp kendi mitolojimize bakalım. Geyik, Orta Asya’dan beri sihirli “ongun”umuzdur, bizim.

Evet, “ongun”, amblem anlamında. Geyik, avlanması zor olduğu için bir yerde “ulaşılmaz” sayılmıştır. Öldürmesi güç olduğu için de ölümsüz sayılmıştır. Her iki unsur da birleşince geyiğin kutsal sayılması kaçınılmaz hale gelmiştir.

İslam öncesi Türk halkları için geyik, Tengri’nin (=Tanrı’nın) hayvanıdır, yani Tengri’nin, geyiği çok sevdiğine inanılırdı. Öyle ki, Kuzey Asya Türk budunlarının efsanelerine bakılırsa Tanrı, geyiğin ağladığını görmüş, üzülmüş ve O da geyikle birlikte ağlamıştır.

Benim de okuduğum kaynaklara göre geyik, Altay mitolojisinde göklerin ruhunu yere taşıyan, hatta onu dünyamızda yaşatan bir canlı varlık olarak karşımıza çıkmaktadır.

O nedenle, geyiğin insanoğluna bereket, huzur, uğur ve şifa getirdiği kaydedilmektedir. Geyiği görmek, o topluma pozitif enerji yüklermiş. Şamanlar, geyik boynuzunu hastalıkları gidermek için kullanırlarmış.

 Kırgız romancı, Cengiz Aytmatov’un “Beyaz Gemi” adlı kısa romanını hatırladım.

Evet, orada “Boynuzlu Maral Ana” diye bir kahraman vardır. Gençliğimde ben de okumuştum.

Öyküde, Kırgızlar baskına uğrarlar. Düşmanları hepsini kılıçtan geçirir. Geriye sadece iki çocuk kalır. Bu çocukları yaşlı bir kadın öldürmek üzere iken Boynuzlu Maral Ana belirir, bir anda. Çocukları kurtarır. Onları uzak bir diyara götürür. Issık Göl civarına götürür. Onları emzirir, büyütür ve korur. Daha sonra bu çocukların da çocukları olur ve böylece Kırgızlar tarih sahnesinden silinmezler.

Geyik, bu çerçevede “koruyucu ruh” olarak görülmektedir, anlaşılan. Sadece, bu yönüyle değil, geyik; aynı zamanda tehlike anında bir “kurtarıcı”dır; halkı en dar zamanlarında iyiliğe götüren de bir kılavuz olarak karşımıza çıkacaktır. Mesela, Hunların atalarına Azak Denizi bataklıklarında rehberlik eden de bir geyikti.

Ziya Gökalp’in Ergenekon öyküsünde aynı temaya yer verilir. İlhanlılar zamanında düşmandan kurtulan iki kızı Alageyik alır, dört yanı dağlarla çevrili yeşil bir bağa ulaştırır. Buraya yerleşirler ve çoğalırlar.

Dahası da var, herhalde… Geyik, insanoğlunu Tanrısıyla buluşturan bir kutsal yol göstericidir. Yine o devrin masallarında bir bahadır avlanırken, karşısına bir geyik çıkar. Bahadır, onu kovalamaya başlar. Geyik kaçar, o kovalar; sonunda baştan başa bakırdan yapılmış bir dağa ulaşırlar. Dağ yarılır, buradaki koridordan içeri girerler. Geyik kaybolur, avcının karşısına Yedi Tanrı (Kuday) çıkar. Mağara, kutlu bir mekân; geyik de Tanrı’nın elçisidir…

İşte, bu sebeple olsa gerektir, geyik avlamak hoş görülmez. Yasaktır, halk indinde… Uğursuzluk getirir. Avcı lanetten kurtulamaz.

Yaşar Kemal’in Alageyik hikâyesinde işlenir, bu konu.

Hikâyede Türklerin av kültürünün bir yansıması olarak Halil adlı bir gencin, evini, yurdunu, yavuklusunu bırakarak geyik avlama tutkusuyla nasıl ormana vurduğu kendini; bir ara tövbe eder gibi olması, ancak vazgeçemeyerek geyik’in tuzağına düşüp, hayatını nasıl mahvettiği edebiyatımıza, o usta kalemin dilinden, nakşettirilir.

 Şu meşhur öykü… Yaşar Kemal’in “Üç Anadolu Efsanesi”ndekinden bahsediyorsunuz değil mi?

Evet.

Yanılmıyorsam, bu “Alageyik” öyküsü, 1959’da Atıf Yılmaz, 1969’da da Süreyya Duru tarafından filme de çekilmişti.

1981’de de Necati Cumalı tarafından sahneye aktarılmıştı.

 Geyik’in intikamı!..

Sözünü kestim ama, işte o kutsal emaneti -Tanrı’nın emanetini- taşıyan geyik’in laneti bir başka çağdaş yazarımız tarafından da kaleme dökülür.

Murathan Mungan…

 Bunu duymamıştım.

Cenk Hikâyeleri’nde var. “Kasım ile Nasır” öyküsünde. Şimdi uzun uzadıya aktarmayalım ama tema benzerlikler gösterir. Burada hamile bir geyiği öldürdüğü için lanetlenen, Hazer Bey ve soyudur. Burada bir hamile geyik öldürülmemiş, onun yerine yavrusu öldürülen geyik, yavrusunu avlayan avcıdan intikam almıştır.

 Geyik öldürmenin lanetlenmesinin, sizce, kaynağını veya kaynaklarını nerede aramalıdır!

Anlayabildiğim kadar, hani bu söyleşimizde hep üzerinde durduğumuz, Allah-Âlem-Âdem denklemi var ya, işte o özgün kurguda aranmalıdır.

İlk neden, bu çerçevede düşünüldüğünde “ekolojik”tir.

 Ekolojik mi?

Yadırganmamalıdır. Aytmatov mesela, o pastoral öykülerinde hep ekolojiye vurgu yapmaz mı? Alageyik, yani ceylanlar, doğada korunması gereken türlerin başında gelmektedirler. Âdem, doğanın dengesini bozmamalıdır. Yoksa, bunun bedelini öder.

 Demek, ekoloji, kadim uygarlıkların dokunulmaz duyarlılıklarındanmış.

Öyle, hele söz konusu olan kutsal ceylanlar ise… Kutsala dokunmayacaksınız, Gayretullah’a dokunursunuz. Bu mesaj no: 1!..

İkincisi de buna bağlıdır. Niye ceylanları vuruyorsunuz ki!

Maddi nedenlerle?..

Maddiyatçılık! Yani, tamah. Avcıya, “yapma/vurma; günahtır, yazıktır” deniyor. Vardır geleneğin bir hikmeti… Dinlemiyor, öldürüyor. Nefsine uyuyor, cezasını çekiyor. Bu da mesaj no: 2!..

Dinî bir boyutu ortaya koydunuz.

Öyle! İlginçtir, aynı idrak, İslam anlayışında da vardır.

Nasıl?

O zaman gel, Hz. Peygamberimizin devr-i saadetlerine gidelim. Mekkeli müşrikler daha yeni irşad görevine başlamış İki Cihan Serverini tacize yeltenmekteler. Hakaret ediyorlar, alaya alıyorlar, tekme tokat girişiyorlar, o kâmil insana. Hani Çağrı filminden hatırladığımız amcası, bir yerde de güçlü kuvvetli ve de yürekli oluşuyla koruyucusu olan Hz. Hamza, o sıralarda şehir dışında, avdadır.

Kâfirler, fırsatı ganimet bilmişlerdir, zâhir!

Hz. Hamza, önüne çıkan geyiği kovalamakta… Bir ara geyik dile gelerek, kendisini kovalamaktan vazgeçmesini, Mekke’ye dönmesini, orada kendisine ihtiyaç olduğunu ihtar eder. Bunun üzerine şehre dönen Hz. Hamza durumu görür, tacizci müşrikleri dağıtır ve Peygamberimizi kurtarır.

Ceylan efsanesi, İslam’a taşınıyor.

Hem de ne efsane! İslamî literatürün de kendine özgü bir “Geyik Destanı” vardır: “Dâsıtân-ı Geyik”.

XIV. yüzyılda Hoca Sadreddin tarafından “mesnevi” tarzında yazılmıştır. 95 beyittir.

Özeti şöyle: Peygamberimiz mescidde. Kırk atlı gelip, hışımla içeri girerler. Niyetleri kötüdür. “Putlarımıza batıl deme!” diyerek, Hz. Muhammed’in (sav) üzerine yürürler. Hz. Ömer ve Hz. Ali, kâfirlere hadlerini bildirmek için ayaklanırlarsa da, Peygamberimiz etrafı sakinleştirir. Herkese “Oturun,” der.

“O zaman bize peygamberliğini ayan et!” Peygamberimiz basar-ı basiretiyle o kırk eşkıyanın atlarını bağladıkları yerde bağlanmış bir geyik görmüştür. Bu geyik, atlıların avı olmuştur. Ve o geyik, dışarıda Peygamber’le hal yoluyla konuşmaktadır.

Feryat etmektedir:

“Ya Resulallah! Bunlar beni avladı. Benim uzakta iki tane yavru ceylanım var. Gidip onları emzireyim… Bıraksınlar billahi geri geleceğim. Eğer dönmezsem Allah-u Teâlâ bana on kişinin azabını versin!”

Hz. Peygamber, müşriklere, “Geyiği bir süre serbest bırakın, bana söz verdi. Dönecektir,” der.

İşte, o müşriklerin bekledikleri sözüm ona “peygamberlik sınavı”!

Bırakırlar geyiği… Ancak, tabii ki sözlerinde durmazlar. Geyiği, ceylanlarını emzirdikten sonra yine tutarlar. Bakalım, peygamber ne yapacak, diye meraktalar.

Hz. Muhammed’in Allahı, o eşkıyaya bir sille-i ilahi indirir, geyik serbest kalır ama Mescid-i Nebevi’ye de döner.

Döndüğünde şaşıp kalmışlardır, o uğru cinsi kâfirler. Bu kez Hz. Peygamber, bana bu geyiği satın, der.

Ne var ki, ibret veya ders bu uğrulara yetmiştir. İhtida ederler. Müslüman olurlar. Geyik de yavrularının yanına selametle döner.

Bu destanın bir başka versiyonuna göre, ki Zeyd bin Erkam’ın rivayetine bakılırsa, o geyik çöllerde “La ilahe illallah Muhammedün Resulullah” diyerek dolaşmaktadır, artık…

Müthiş! İnsanın tüyleri ürperiyor. Aslında şaşmamak lazım. Hz. Peygamber bütün aleme rahmettir. Her canlıya, dahi cansıza; yani dağlara-taşlara bile… O (sav) herkesin peygamberidir, değil mi?

Öyle, aynen öyle. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin de ol mübarek Dede’nin ceylanlarıydılar, diye düşünmek lazım.

 Hocam, Anadolu kültüründe, İslam’la birlikte ceylan, tasavvufî bir içerik kazanmış ve geyik kültü ile velî kültü bir yerde özdeşleşmiştir, diyebilir miyiz? Şöyle ki, Anadolu’nun manevî coğrafyasında bir gezinti bizi geyiklerle velîlerin ülfetine götürmektedir. Pek çok Allah dostunun geyiklerle anılması, hatta sanlarının olması herhalde boşuna değildir.

Ne güzel ve isabetli bir tespit!… Şah Hatayî, deyişlerinde, mesela, geyiklerden “ey erenler” diye bahseder.

 Karaca Ahmed Sultan, adından da belli. Bildiğimiz kadarıyla geyik sürülerine çobanlık edermiş.

Ya Geyikli Babalar… İlkinin, Bursa-İnegöl, Babasultan Köyü’ndedir, türbe-i şerifi… Ailece ziyaret ettik, geçenlerde. Çok güzel bir mekân, öyle bir ruhaniyeti var ki, anlatılması zor.

 Anadolu erenlerinden…

Orta Asya’dan, Horasan erenlerinden, alperenlerden mübarek. Hoy’dan gelmiş mübarek. Kılıç ehli aynı zamanda. Bizans’a bağlı Kızıl Kilise’yi fethettiğine inanılıyor. Şöhreti Orhan Gazi’ye kadar varmış. Çağırmış bey, gitmemiş eren. Zamanı var, demiş. Geyiğe biner, kılıç sallarmış cenk meydanlarında.

Sultan Orhan, kendisine iki yük rakı, iki yük şarap hediye göndermiş.

 Allah! Allah!

Ama, dinle bak, ne oluyor. O yük, Geyikli Baba’ya vardığında, huzurda yağ-bala dönüşmüş.

Aradan günler geçmiş; Geyikli Baba, bir çınar ağacını sırtlayıp, saraya varmış. Çınarı kale kapısına dikmiş, dua etmiş. O koca çınar, bugün Bursa Kavaklı Camii’nin önündedir. Osmanlı’nın yükselişini temsil eder.

Orhan Gazi, daha sonra İnegöl’ü Geyikli Baba’ya bağışlamış. Mübarek de dergâhının olduğu köyle iktifa etmiş.

 Tarikatı hakkında bilgimiz var mı?

Ebu’l-Vefa yolundan olduğu bilinir.

 Bir Geyikli Dede de Safranbolu’nun Öğlebeli Köyü’nde medfun sanıyorum.

Öyledir.

 Giresun’un Yağlıderesi’nde Sarı Halife, yine Giresun’un Boynuzlu Tekkesinde yatan Şeyh İdris, hep geyiklerle konuşan, onlara iş yaptıran velîlerden…

Dervişân, bu ceylanlar; dervişân!..

Bir de Bolu’nun Mengen ilçesine bağlı Ağcalar Köyü’nde Sarıkızlar Türbesi varmış.

Evet, mübarek hatunlar geyik sağarak, sütünü yoksullara dağıtırlarmış. Bak, bir geyik muhabbeti açtık, nereleri dolaştık… (Gülüşmeler)

 Allah himmetlerini hâzır eylesin.

“Haberim duyarsın geyikler ile/Yaramı sararsın şehidler ile/Kırk yıl dağda gezdim geyikler ile/Dost senin derdinden ben yana yana.”

 Kimin bu kıta?

Tahmin et, bakalım? Pir Sultan Abdal.

 Deyişleri, nefesleri, semahları hep dilden dile dolaşmakta.

Türk halk müziğinin en zengin repertuvarıdır, o aşıkların, ozanların, abdalların şiirleri… Konuyu uzattık mı acaba?

 Olsun, bence “Yaralı Ceylanlar Kulübü” isminin ne kadar yüklü olduğunu perçinlemekte bu konuşmalar… Devam, hocam.

O zaman haydi şimdi de Abdal Musa’dan bahsedelim, yeri gelmişken.

XIV. yüzyılın sonları… Antalya’dayız. Teke ili Alâiye sancak beyinin oğlu Gaybî Bey, on sekiz yaşında bir genç diyelim, ava çıkmış. Beyzâdemizin önüne bir ahu çıkagelmiş. Peşine düşmüş, oklamış ahuyu. Ok, ahunun sol koltuğunun altına saplanmış fakat ahu kan kaybetmesine rağmen yıkılmamış, sıçramış, kaçmış.

Delikanlı da ardından… Uzun bir kovalamaca… Dağlar, vadiler, geçip bir sahraya inmişler. Karşılarında bir tekke. Yaralı ahu bu dergâhın kapısından girmiş içeri…

Dergâh, Abdal Musa’nın dergâhıdır.

Dervişler karşılamışlar beyi.

Sormuş Gaybî bey; “Acep bu ahu nice oldu?”

“Bilemeyüz” demişler, dervişler; “Görmedik. Bir de şeyhimize sorun.”

Edepliymiş Gaybî Bey, eşikten geçmiş, baş kesmiş, Abdal Musa Hazretlerine meramını anlatmış.

Mübarek de dinlemiş ve sormuş:

“Okunu görsen tanır mısın?”

“Bilürem, sultanım.”

“Bak imdi, gör okunu!”

Abdal Musa kolunu kaldırmış, ok orada, saplı duruyor. Meğer geyik suretinde, “don”unda derler, görünen Abdal Musa imiş.

Beyzâde pişmanlık duymuş. Özür dilemiş, Abdal Musa’nın ellerine sarılmış, “Beni evlatlığa kabul edin, hizmetinize koşalım,” demiş, mürid olmuş… Sonunda Kaygusuz Abdal olmuş. O meşhur Hakk aşığı/halk ozanı Kaygusuz Abdal’ın öyküsü böyle başlar işte… Menkıbeleri kendi eliyle kaleme aldığı Dil-güşâ adlı eserindedir. Alevî-Bektaşî Klasikleri serisinde Diyanet bastı. Hem üslup çok akıcı ve sevecendir, hem de en derin tasavvufî bahisler olabildiğince yalın bir şekilde özetlenmiştir.

 Alıp, okumalı. Gaybî Bey hani halk dilinde söylerler ya, “ava giderken avlanmış” yani…

Bu atasözü sanki özellikle mürşid-mürid buluşması veya karşılaşması için söylenmiştir! Tasavvufun dünyasında av ve avcı birbirine karışır. Ceylan avlamaya çıkarsınız, ceylanın avı olursunuz. Tabii, ceylan velî ise… Sizi velîye götürürse… “Ceylan gözlerle yiğit erleri avlarsın,” diye söyler Hz. Mevlânâ.

 Hz. Mevlânâ eserlerinde ceylan motifini sıkça kullanmıştır, sanıyorum. Hatta, ava gidip de avlanan o yiğit Belh hükümdarı İbrahim Edhem olsa gerektir, değil mi?

Aynen Fîhi Mâ Fîh’te geçer; 43. Fasıl’da. İbrahim Edhem ava gitmiş. Bir ahu çıkmış önüne. Peşinden seğirtmiş. Askerlerinden tamamıyla ayrılıp onlardan uzak düşünceye kadar atını ceylanın ardından koşturmuş. Kan ter içinde kalmış, hünkâr. Sonra yüz yüze gelmiş ahuyla. Ahu söze gelmiş: “Seni bunun için yaratmadılar”; yani beni avlamak için bu dünyaya getirmediler, seni…

İbrahim (ks) bunu işitince, bir nara vurup, kendisini atından aşağıya atmış.

Dünya saltanatını bir kenara itmiş, yolda rastladığı bir çobanın keçe abasını giymiş ve ortalıktan kaybolmuş. Derviş olmuş. Çünkü, Allah’ın hilkatte ondan muradı buymuş; ceylan padişaha işte bunu hatırlatmış. İbrahim de buna uymuş.

 Yani, İbrahim Edhem Hazretleri de “yaralı ceylanlar kulübü”nün kapısından girmiş.

Evet, oraya ceylan girersin, aslan çıkarsın. Hayatta domuzlar veya domuzluk peşinde koşacağına, ceylanları kollarsın, yaralarını tımar edersin…

Hz. Mevlânâ ile olan yakınlığınızı biliyorum. Rumî Hazretleri diğer eserlerinde de ceylan temasına yer vermiş midir?

 Mesnevî’de çeşitli bahislerde vardır. Mesela, benim Dervişin Seyir Defteri kitabımda da ele aldığım bir öykü vardır. Ahu’nun eşek ahırına kapatılması, yemeden içmeden kesilmesi… Hüznü… Burada Hz. Mevlânâ, Allah derdi ile yaralı kalplerin nasıl dünya denen o yerde kendilerini eşek ahırındaymış gibi hissettiklerini işler.

 Postmodern dünyada hepimiz âdeta bir “eşek ahırında” değil miyiz, zaten?

Ceylandaki estetiğe ve etiğe sahipseniz, öyledir elbette. Yoksa para, menfaat gibi dünyalıklara odaklanmışsanız dünya tam bir av sahasıdır, sizin için. Vahşi orman yasalarıyla idare edilen… O zaman gözünüz ceylanları görmez!..

 Ceylanı bu kadar iltimaslı kılan nedir sizce?

Taşıdığı miski… 

Misk, o güzel kokudan bahsediyorsunuz.

Evet, ceylanın karnının üstünde bir yağ kan kesesi vardır. İşte, orada misk saklıdır. Bildiğimiz o misk işte, oradan alınır, parfüm yapmak üzere.

Bu da sembolik herhalde.

Evet, o misk, Tanrı’nın emanetidir. Misk, hikmettir. Ledün ilminin sırlarıdır. Tasavvuf yolunun yol haritasıdır. Ceylan, bunu taşır. Velîlerle özdeşleşmesi bundandır. Yani, Allah, seçilmiş kullarına o velîyi -ceylanı- bul, “avla”, miski kokla, demektedir.

Bu kez, ceylan av haline dönüşüyor, tekrar. Ama, farklı bir boyutta.

Espriyi yakaladın.

Pekii, Hz. Mevlânâ’nın bu manada bir ceylanı/ahusu olmuş mu?

Gidelim, Dîvan-ı Kebîr’e. Bir gazel cevap versin, sana. Rumî Hazretlerinin “Bedîd geşt yeki ahuyî derin vadi/Be çeşun ateş efkend der heme vadi” diye başlayan bir gazelinde bak neler açılacak önümüze…

Uzun bir gazeldir; “Şu ovada bir ceylan göründü; gözleriyle bütün yazıya ateşler saldı,” diye başlar. İbrahim Edhem Hazretlerinin menkıbesini andıran bir anlatımla sürükler bizi.

Şöyle der Mevlânâ, okuyayım, bir kısmını: “Ceylanı arzulayanlara o ceylan, onlar (=avcılar) tam kendilerinden geçtiler, yitip, gittiler mi, görünüveriyordu./ Bu toplumdan, daha has olanlara, ceylan sarhoş gözleriyle bir evrad da öğretti.”

Evrad?

Evet, virdler. Dersler, yani tasavvufun özünü…

O ceylan, hangi ceylanmış acaba?

Cevabı gelsin: “Şu söylediğim ceylan kimdir? Şemseddin’in hayali… Benim sahibimdir, kurtarıcımdır o; feryat etmeden feryadıma erişenimdir o.”

Şems-i Tebrîzî Hazretleri!

Belî! Hz. Mevlânâ’ya o aşk miskini koklatan Hakk dostu. 

İlginç! Geyikler, kılavuzumuz oldu, bize bir tasavvuf turu attırdılar. Bir de hocam, daha modern dönemlere gidersek, siyasî tarihimizde, bilmem burada yeri var mı ama, bir başka simgeleşmiş geyik imajı da var. 1908, Balkanlar… Ve Jön Türk Devrimi’nin patlak vermesiyle dağa çıkan subaylardan Niyazi Bey’in…

(Gülüşmeler) Hürriyet geyiği… “Gazal-ı Hürriyet!” Tasavvufun geyikleri insanı dünyadan/dünyevîlikten özgürlüğüne götürürlermiş burada ise mutlakiyetten bizi çıkaran bir geyik sahneye çıkıyor. 

Niyazi Bey dağlardan Manastır’a inme hazırlıkları yaparken yolda karşılarına vahşi bir geyik çıkar ve çeteye katılır. Onlardan ayrılmaz. Onları şehre götürür. Ünü her tarafa ulaşır, İstanbul’a getirilir. Ziyaretçi akımına uğrar hayvancağız. O dönemde bu geyiğin kutsallığına vurgu yapan pek çok haber ve makale devrin basınında yer alır.

Dâsıtân-ı Geyik, hep bizimle yaşıyor, aslında. Halk edebiyatımız ceylan motifi ile örülüdür. Türkülerimiz, şarkılarımız, aynen “Ben bir yaralı ceylanım” parçasında olduğu gibi, geyiği terennüm ediyorlar…

Aslında, bu zengin repertuvardan seçmeler yapıp, “Yaralı Ceylanlar Kulübü” için bir müzik albümü çıkarmak niyetimiz var.

 Ee, ne kadar olsa, bu sizin marşınız mı desem, alamet-i farikanız mı desem… Yerinde olur. Heyecanla bekleyeceğiz. 

Mim Kemâl Hocam, size şöyle uzaktan bir baktığımızda, üç farklı kulvarda bir yürüyüşte olduğunuzu görüyoruz. Bir Mim Kemâl var, siyaset ve uluslararası ilişkiler tarihi profesörü… “Medenîleşmenin neresindeyiz?” diye soran bir bilim adamı.

İkinci Mim Kemâl, kızı Nazlı Hilal dahil engellilere kucak açmış sosyal duyarlılık modeli bir insan. Gönüllü eğitmen.

Üçüncü boyuttaki Mim Kemâl ise bir sûfî. Tasavvufla hemhal bir “garip yolcu”, sizin deyiminizle…

Pekii, bu üç adamın hayata bakış açısında ve davranış biçiminde bu farklı unsurlar nasıl “tevhid”e varıyor; yani bir araya geliyor, geliyorsa nasıl bir beşeri kozmoloji ortaya çıkıyor? Bunu çok, ama çok merak ediyorum doğrusu…

Haklısın aziz kardeşim. İlk bakışta, üç farklı insanı bu bedende konuşlandırıyormuşum gibi geliyor. Nitekim, çeşitli vesilelerle insanların “Aaa, biz bu yönünüzü bilmezdik, hocam” şaşkınlıklarına da muhatap oluyorum.

Biraz önce vurguladığın üç unsur, aslında o kadar “iç içe”dir ki! Birbirlerini tamamlayıcıdırlar. Ondan öbürüne, diğerine “geçişlilik” koridorları var. Bir devir, bu…

İlahide olduğu gibi “devrana gel, devrana” değil mi?

(Gülerek) Ne güzel söyledin. Çünkü, tanıyorsun beni artık. İç dünyama vâkıf oldun.

 Bilim adamı Mim Kemâl, soruyor; “Uygarlaşıyor muyuz?” Yani, dünya tarihi bir devran içinde. Ve biz geriye doğru insanoğlunun özgeçmişine baktığımızda, acaba maziye, hatta düne nispetle daha mı ilerideyiz? Evet, sizce cevabı nedir, Mim Kemâl’in bu hayatî (=yaşamsal) ve hayatı sorgulamasının…

Uzun dönemde bedbin olmak Müslümana yakışmaz; ama kısa vadede karamsarım doğrusu. Bırak sistemi, global trendleri, Suriye’yi, DAİŞ’i vs… İnsan(lık) açısından bence, açıkça ifade edeyim.

Biz “global köy”ün sakinleri olarak XXI. yüzyılda kabalaştık, katılaştık, hatta saldırganlaştık.

Neden sizce?

Çıkar! Benmerkezcilik, para, ikbal, tatminsizlik bizi bozdu. Yozlaştırdı.

 Medenîlikte geriliyoruz, o zaman. 

İyilik çekiliyor, beşerden.

Nasıl telafi edeceğiz?

Daha ona gelme. Önce medenî olmanın kıstaslarını bilmemiz, ölçülerini koymamız lazım.

 Nelerdir bu kriterler?

Geldik, ikinci Mim Kemâl’e…

Mesela, engellilere bakış açısı, bence çok önemli bir ölçüdür.

Hmm, ilginç. Onlar bizde iyilik (yapma) hissini uyandırmalı, değil mi?

Kalbini yumuşatmalı insanın… Engellilere yönelik sosyal duyarlılık kıstası, bir halkın, milletin olgunlaşmasıyla birebir ilintilidir. “Medenî” ülkeler bu yönde çaba gösterirler.

Çünkü, engelliler farklıdırlar. Farklı olana saygı göstermek, sorumluluğunu kabullenmek çağdaş bir değer herhalde.

Yerinde bir tespit. Bak, farklılık dedin. Farklı olanı tecrit etmeden, kucaklamak, onu kendi konumuyla topluma entegre etmek, katılımlarını sağlamak, ne kadar insancıl bir tutumdur.

 Buradan hareketle, XXI. yüzyılın farklı etnik ve dinsel aidiyetlere, yaşam biçimlerine saygı duymak daha bütüncül bir felsefî duruşa tekabül ediyor.

Siyasal bağlamda demokrasiyi çoğulculuğun yönetişimi olarak nitelendiriyoruz artık. İşte, engelliler belirgin farklı yapıları dolayısıyla, açık ve seçik bir biçimde bize bu ilkeyi hatırlatıyor, daha doğrusu hatırlatmalıdır. Farklılığı Yaratılış’ın bir zenginliği olarak görmek de…

Tasavvufun temel yaklaşımı içine giriyor!

Tam isabet!

 İslam’a göre, Allah, arızalı veya “abes” bir şey yaratmamıştır. Her yaratılanın varlığında bir hikmet sırlıdır. O gözle görmelidir ki, fark ile cem’i (bütünleşmeyi) bir arada kavrayabilesin.

Bu da tasavvufun kapısına çıkarıyor, bizi.

Bu idrake varmak, medenîleşmektir, olgunlaşmaktır.

Tasavvuf, bilebildiğim kadarıyla, bir etik ve estetik değerler envanteridir, hatta hazinesidir, diyebiliriz.

Devam; derdi derman olarak algılayabilmeyi öğretir, insana. Bu etik kısmı. Sabrı öğretir; engellilerle yaşam bunun laboratuvarıdır, dershanesidir. Sabrı şükre dönüştürebilme rüştünü de yine tasavvuf sağlar hayatınızda.

Sosyal duyarlılık, gayret ister; bu dezavantajlı kitlelere “pozitif ayırımcılık” ile bir şeyler yapabilmek…

Sevap kazandırır, kişiye. İşte, burası da işin “estetik” kısmı.

“Tükenmişlik Sendromu”na kendimizi kaptırmadan, meseleyi Allah’ın bir imtihanı, olgunlaşma süreci olarak görüp, toplumda iyiliği yaymaya çalışmak…

Hizmete talip olmak. Bu da cennet beklentisiyle değil, imtihandan geçer not almak için değil, hele hele ki, Allah’ın sevgisini-muhabbetini tahsil etmek için…

 Allah aşkına…

 Yapılıyorsa, işte bu tasavvuftur. 

Tasavvufun hiç böyle bir tanımına rastlamamıştım. Tasavvufa farklı bir bakış açısı getirdiniz.

 

Babalık mesleğinin profesörü derken, ben böyle bir babalığın kastedilmesi gerektiğini düşünüyorum. Nitekim, sûfîler, “baba” diye anılmazlar mı, tasavvufî literatürde…

Hatta, “dede” de denir, Mevleviyye’de.

 

Dervişlik, şeyhlik, yan gelip yatma müessesesi değildir. Velîlerin hayatlarına bakınız. Herkes nedense kerametlerine takılır, hizmetlerine değil. Oysa ki, menkıbelerinde asıl odaklanılması gereken onların topluma katkılarıdır. İyiliği bizzat kendi amelleriyle bayraklaştırmaya çalışmalarıdır. Mesela, Ebu’l-Alemeyn diye anılan Ahmed el Rifaî hazretlerinin özgeçmişine bakalım. Mübarek sultan, cüzzamlılarla ilgilenirmiş.

 

Nasıl yani? O dönemlerde toplumun dışına itilen cüzzamlılarla mı?

 

Evet, Hz. Pir cüzamlılara gider, elbiselerini ve kendilerini yıkar, temizler, başlarını bitten kurtarır, onlara yemek taşır, birlikte yer ve otururmuş. Dermiş ki: “Bunların ziyaret ve hizmeti vacibattan, yani yapılması gereken şeylerdendir.” Bu hali yetimler, hastalar ve sair engelliler için de yaparmış. Bu nedenle kendilerine “Yetimlerin ve Miskinlerin Babası” denmiştir. Şefkat abidesiymiş, er-Rifaî… Pek çok Hakk dostu da aynı minval bir hayat tarzı üzeredirler.

 

Peygamber’in vârisleri, O’nun sünneti üzeredirler, anlaşılan.

 

Öyledir. Merhamet ve şefkat! Ama, her dem. Kolay değil bu!

Şimdi aklıma düştü, anlatayım bari. Peygamber Efendimiz (sav) bir gün Kureyş’in ileri gelenlerinden bir heyetle görüşüyor. Meseleler kritik… O sırada içeriye gözleri görmeyen İbn-i Ümm-i Mektûm giriyor. Hz. Muhammed’in nelerle uğraştığının farkında değil.

“Ya Resulallah! Allah’ın sana öğrettiği şeylerden (sen de) bana öğret,” diyor.

Peygamber Efendimiz, ki ne kadar hilm sahibi olduğunu biliyoruz, o anda İbn-i Mektûm’u terslemiyor -zinhar- ama sadece yüzünü biraz ekşitiyor ve ona cevap vermiyor.
Ve o anda Abese Sure-i Şerifesi nazil oluyor: “Yanına bir kör kişi geldi diye yüzünü astı ve çevirdi. Ya Muhammed! Ne bilirsin belki o arınacak, yahut öğüt alacak da o öğüt kendisine fayda verecekti.” (80/1-4).

Ayet-i kerime iner inmez Peygamber Efendimiz Kureyşlileri bırakır, kapıdan üzüntüyle çıkıp gider İbn-i Ümm-i Mektûm’un peşinden koşar. Ona “Dön, dön! Zira sen Muhammed’in ailesindensin,” diye buyurur. Onu alıp odasına getirir ve mübarek hırkasını yere yayıp üzerine oturtur.

Peygamberimiz İbn-i Ümm-i Mektûm’u her gördüğünde ona; ‘‘Merhaba ey Allah’ın kendisi hakkında beni azarladığı kimse” diye takılır ve ona iltifat edermiş.

İbn-i Ümm-i Mektûm, Peygamber’in müezziniydi. Dahası, Peygamber sefere çıktığında Medine’yi ona teslim edermiş.

 

Örnek alınmalı. Engellilere karşı yüz ekşitilmemeli. Onlar, demek ki, Peygamber’in ailesindenmişler.

 

Gönül incitmek İslamiyet’te yoktur, azizim. Her ne koşulda olsan da!.. Hz. Mevlânâ, Mesnevîsinde bu bahsi işler ve Allah’ın diliyle şu beyti söyler:

“Ey Ahmed! Allah katında bu bir kör, yüz Kayser’den ve yüz vezirden daha iyidir” (B. 6083).

Yine Mesnevî’de vardır: “Onun özürlü olması benim özürlü olmam/Onun hastalığı

benim hastalığımdır” (B. 6169).

 Dayanağı?

Dayanağı Hadis-i Kudsî’dir. Allah buyuruyor -Hz. Musa’ya hitap ettiği kaydedilir: “Ey âdemoğlu, hastalandım da beni yoklamaya gelmedin. Senden yemek istedim, bana yemek vermedin; senden su istedim, bana su vermedin. İnsan dedi ki, “Ya Rabbî; ben seni nasıl yoklamaya geleyim, sen alemlerin Rabbisin. Hastalık gibi arızalardan münezzehsin.” Allah Teâlâ buyurdu: “Bilmiyor muydun ki, filan kulum hastalanmıştı; sen onu yoklayıp hatırını sorsaydın, beni yanında bulacaktın.” 

Demek ki, Allah hastaların, zayıfların ve engellilerin yanındadır.

Allah’a yakınlaşmak isteyenler, onların yanına uğrasın, yardım elini uzatsın. İnan engellilerle uğraşırken ben de bu hükm-ü ilahinin teyit edildiğini vallahi hissediyorum. Kalp bir başka atıyor, onlarla birlikte olunca…

Bu sözlerinizle medenîleşme, engellilik ve İslam (tasavvuf) üçgeninin ne kadar doğru bir denklem olduğunu anlıyoruz. İlginizin ilâhî kaynaklarını da görmüş oluyoruz. “Yaralı Ceylanlar Kulübü” deyimi, ne kadar isabetli bir tamlama imiş, meğerse.

Artık zikredilecek başka bir şey kalmadı herhalde hocam. Söyleşiyi burada “sırlayalım” mı?

Sırlayalım da şunu da ekleyiverelim, istersen. Önemli olan, gönül incitmekten kaçınmak; tam aksine, gönül yapmaktır. Gönül kazanmak, yaralı ceylanların gönüllerini tamir etmektir. Bu ilâhî bir vecibedir.

Şimdi sana, bu vesile ile Hz. Mevlânâ’nın vasiyetinden bahsedeyim.

Vasiyet?

Ben öyle diyorum. Vasiyet gibi bir gazel. Dîvan-ı Kebîr’den… Uzun bir gazeldir; birkaç beyitle iktifa edelim.

Dinliyorum, hocam.

“Allah’ın huzuruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenâb-ı Hakk; “Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir!” diye buyurur!..

Harap gönül, Hakk’ın nazargâhıdır, Hakk’ın baktığı, Hakk’ın sığındığı yerdir! Onu yaratan varlık ne de büyüktür, ne de kuvvetlidir!..

Mutlu olmak, mânen yükselmek istiyorsan, gönüller almaya; gururu kibri bırakmaya bak!” 

Bir uygarlık tarihi hocası olarak hayat boyu, “Medenîleşmenin neresindeyiz?” diye sorguladım, sorgulamaktayım. Sahi, medenîleşmenin kıstası nedir?! Medenîleşmenin kıstası engellilere bakışınızdır, diye düşünmekteyim. İnsanın medenîliği ancak gönlü ile ölçülebilir. İnsanın kalite belgesi gönlüdür!

Bu düşüncemin bir tezahürü olarak, engellilere yönelik hizmet etmek maksadıyla hipoterapi, ritim ve dans eğitimleri aldım. Gönüllülük esası çerçevesinde Down sendromlu çocuk ve yetişkinlere ritim ve dans terapi dersleri yapmaktayım. Mutluluğun formülünü arayanlara! Mutluluğun formülü, mutlu etmektir. Sizler de mutlu olmak istiyorsanız hizmet kervanına katılın a canlar!

“Yaralı Ceylanlar ile nasıl tanıştım?”

Kızım Nazlı Hilâl, Down Sendromlu bir bebek olarak dünyaya geldi. Sonra hayatımda yepyeni bir dönem başladı. O zaman anladım ki Allah’ın yarattığı hiçbir şey kusurlu değildir; görene ve anlayabilene o yaratılanda bir hikmet vardır. Hüsranlardan hikmet çıkarabilmelisiniz. Kızımla birlikte engelliler dünyasına girdim ve yaşama, insanlığa dair çok şey öğrendim. Hayatta Allah vardır ve O’na tam teslimiyet gerekir. Allah insaflıdır, sınavında sorumlu olduğun kitabı vermiş sana ki önceden çalışasın. O’nun katına vardığında ‘Sana verdiğim hayatı nasıl geçirdin? Bir kimse için güzel bir şey yaptın mı?’ diye soracak. Cennet beklentisi ve cehennem kaygısıyla yaşıyorsan bir şeyleri ıskalıyorsun. Yaptıklarını, beklentin olmaksızın aşkla, muhabbetle yapmalısın. Aşkla, ömür geçirmenin, insanlara sevgini verebilmenin gücü çok önemlidir.

Nazlı’nın içine kapanmasıyla hayatımda yeni bir dönem başlamıştı. İki dil öğrenen Nazlı, ortaokulu bitirdiğinde kendisinin diğer insanlardan farklı olduğunu anlamıştı. Bunu anlaması Nazlı’yı hayata küstürdü. İki yıl boyunca hiç konuşmadı. O günden sonra onu diğer çocuklara benzetmeye çalışmaktan vazgeçtim ve onun dünyasına dahil olmaya karar verdim. Fıstık gibi bir hayatım oldu.

Kızımı tekrar hayata döndürmek için çok araştırma yaptım. Sonunda ritim terapisinin down sendromlulara iyi geldiğini öğrendim. Nazlı ile beraber ritim çalışmalarına başladık. Daha sonrasında ritim terapiyle dansı birleştirdim ve bir kurumda haftada üç gün gönüllü olarak çocuklara eğitim verdim. Şimdi de gönüllü olarak çalışmalarım devam ediyor. Dersten çıktığım zaman kendimi Hezarfen Ahmet Çelebi gibi hissediyor, adeta uçuyorum.

İnanın zorluklar karşısında geliştirdiğim hiçbir stratejim yok. Denize girersiniz, şöyle suyun üstüne sırt üstü yatarak suya bırakırsınız ya kendinizi, işte öyle Allah’a teslim olurum sadece. Cenâbı Hakk’ın buradaki tecellilerini görmeye çalışın. Bu hayata niye geldiğimizi sorgulamamız lazım. Bu dünyada hınzırlar ve Hızırlar vardır. Siz Hızır olmaya çalışın, insanlara dokunun. İnsanlara iyilik yapmaya gönüllü olun. Başkalarını mutlu etmek kadar mutluluk verici bir başka duygu yoktur, inanın.

Burada bir anımı paylaşmak istiyorum: Engelli çocuklarla yaptığımız çalışmalardan biri de onlarla dans etmektir. Grubumuzda otistik bir kızımız vardı. Hiçbir şekilde dış dünyayla iletişim kurmuyordu. Otistikler gözünüzün içine bakmaz, onunla ilgilenirseniz, size tepki vermez, kendini kapatır. Ben çocuklara vals öğretiyordum. Annesi artık ümidini kesti, çocuğu alıp gitmek istedi. Ben o dansı ona öğretmeye kararlıydım, gitmelerini engelledim. Her dersin başında, tepki vermese de hep onun yanına gittim, ona yakınlaşmaya çalıştım, espriler yaptım. Böylece uzun bir zaman geçti. Sonra bir gün baktım ki bana doğru geliyor. İnanın ayaklarım titremeye başladı. Yanımda durdu ve gözlerimin içine baktı. Hâlâ titriyorum, ‘Tuvalete mi gitmek istiyorsun?’ diye sordum. Dans etmek istediğini söyledi. Hayatımda yaptığım en güzel danstı o. Kazandığım zafer paha biçilemezdi. Bir de annesinin mutluluğunu görmeliydiniz, anlatılamaz… Deste deste trilyonlar dökülse önüme o anda yaşadığım hazzı vermezdi bana. Böyle mutluklarınız olmalı hayatta.”